top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafıCansu Dağbağlı

Benim için aşkın şehri: Torino


Belki de tüm şehirler içinden aşk geçince romantik olur, o yüzden objektif bir yazı olamayacak; ama isteğim, bu güzel şehri benim gözümden aktarmak. Ne de olsa bu şehirde güneş Alplerin üzerinden batıyor, daha ne olsun! Bugün 4. yıldönümümüz, bunun anısına nasıl tanıştığımız ve nasıl başladığımızın hikayesi de olacak bu yazıda. Hatta daha çok kişisel hikayem olacak diyebilirim. Hayatımın en zor ve en güzel son 4 senelik dönemi bu şehirde başladı.

Erasmusum tam olarak 12 Eylül 2012'de başladı. Çok istediğim ve elde etmek için uğraştığım bu değişim programını İtalya'da seçtiğim şehir Torino'da yapacaktım. Üçüncü defa yurtdışına çıkıyordum ama bu sefer farklıydı, korkular da vardı. Tüm erasmuslular bilir, kısa sürede bu korkular gitti ve müthiş bir deneyimin içine girdiğimi fark ettim. Çok fazla değişim öğrencisi alması sebebiyle şehirde sürekli çok uluslu etkinlikler düzenleniyor.

Günümüzde daha çok sanayisiyle öne çıksa da, İtalya'nın kuzeyindeki, İtalyan Birliği'nin ilk başkenti olan şehrin tarihi 2000 yıldan fazla, bu tarih hissiyatı her yerde sizi yakalıyor ve beni de kolayca içine çekti. Çok "İtalyan" bir şehir olmadığını daha sonra güneye gittiğimde fark ettim. Pek dar sokaklar ve sıcak İtalyan insanları bulamazsınız bu şehirde, daha Avrupai bir yapıya ve insanlara sahip. Yine de dediğim gibi Torino'nun benim hikayemdeki yeri bambaşka.

Konumunun çok avantajlı olduğunu düşünmemin sebebi ise Alplerin kısmen çevrelediği bir vadide olması, ikliminin ılıman olmasını sağlıyor. Kışın aşırı soğuk yazın da aşırı sıcak olmuyor. Hatta yaz baya bir geç gelmişti ben orada olduğum sene. Mayısın ortasında gece 8 dereceye çıktığımızı hatırlarım. Konumunun bir başka avantajı ise hem İtalya içine hem de diğer Avrupa ülkelerine ulaşımın çok kolay olması. Fransa ve İsviçre hemen yanıbaşında, birkaç saat uzaklıkta.

Eski bir başkent olduğu için, bol bol saraylar ve kraliyet binaları var, çoğu da Barok mimariye sahip denebilir. Şehirde önemli 3 meydan var ve en pahalı mağazaların olduğu ana cadde olan Via Roma da, bu meydanların ikisinden geçerek ana tren istasyonunda son buluyor. Tarihi eserler dışında Sinema Müzesi, Araba Müzesi ve Mısır Müzesi gibi ilginç ve interaktif müzeler var Torino'da. Hem mimarisi hem de bu müzeler için gitmeye değer olduğunu düşünüyorum. Müzelere bu postta detaylı girmeyeceğim. Kısacası çevredeki diğer katedral, saray veya kalelere gidilmek istenmezse şehir merkezindeki görülecekler 1 günde gezilebilir.

Ortak bir arkadaşımızın doğumgününde tanıştık Renato'yla. Tarih 12 Ekim 2012'ydi. Kapıdan girişini hatırlıyorum, Brezilyalıların hep geç kalması ile ilgili şakalar yapılıyordu ve o doğumgünü kızına kocaman bir sarıldı. Bu sahne neden aklımda bilmiyorum, çünkü belli ki sevimli biriydi, ama benim tipim değildi. Daha sonra yanıma geldi ve tanıştık, konuşmaya başladık. O partiden Lapsus'ta bir partiye geçildi ve orada ben kendi arkadaşlarımla takılırken, şu hepinizin bildiği Brezilya şarkısı Çeçerereçe çalmaya başlayınca o beni kolumdan hızlıca çekip aldı ve dans etmeye başladı, ben de o ışık hızındaki şarkı ve dansa kendimce ayak uydurmaya çalıştım. Partiden çıkıp eve giderken bizi görmüş olacak ki, arkamızdan gelip bana bakarak "yarınki partiye de gidecek misiniz?" diye sordu, ben de gitmeyecek olmama rağmen "Evet evet" diyerek çıktım. Fransız ev arkadaşım Elizabeth de, "bu çocuk çok tatlı, sakın kaçırma!" dedi, açıkçası onun bu sözleri o gece benim bir kulağından girip diğerinden çıktı.

Tanıştıktan sonra, birkaç kez bana doğru adım atmaya çalıştı ama ben yaşatacağı zorlukları tahmin ederek yabancı biriyle ciddi bir ilişki düşünmüyordum. Fakültelerimizin aynı binada olmasına rağmen çok karşılaşmıyorduk, bazen tramvayda veya barda karşılaşınca da iyi sohbet edebildiğim nadir insanlardan biri olarak görüyor, yalnızca çok iyi arkadaş olunabilecek biri olduğunu düşünüyordum.

Erasmus hayatı işleyişi perspektifinden bakıldığında aslında tanışmamız ile ilk buluşmamız arasında çok uzun zaman var, iki dönem arası Türkiye'ye geldiğimde sosyal medya üzerinden sohbete devam ettik ve nasıl olduysa ben bu ilişkiye şans vermeye karar verdim. Bu karara rağmen İtalya'ya döndüğümde bir parti çıkışı Palazza Madamanın arkasında beni öptüğünde, bildiğiniz kaçtım. Sanki hissediyordum bu hislerin çok büyüyeceğini ve engellemeye çalışıyordum, nafile olduğunu da bilmiyordum.

Doğumgününde beni yemeğe davet etti, tamam dedim. Bundan tam 4 sene önce o akşam en güzel elbisemi seçtim, topuklu olan tek ayakkabımı ayağıma geçirdim(öğrenci bütçesi işte, ne yaparsın) ve çıktım çünkü onun da iki dirhem bir çekirdek giyinip geleceğini biliyordum içimden. Tramvaydan Porta Nuova'da indim ve orada buluştuk, oradan da Porta Susa yakınında bir restorana götürdü beni. Gerisi çok yemek, çok muhabbet. Yemekten sonra çok sevdiğim La Romana'da dondurma yemeyi önerdi, zaten çok yemişiz, boşver sen bu akşam dondurmayı gel Türk kahvesi içelim dedim. Bir de yalandan fal baktım ona, "burada bir kız var, iki insan var, biri sensin ama tek kafa var" filan dedim. Nerden geldi bilmiyorum, gerçekten oradaki şekilleri bilinçaltımla yorumladım sanırım. İşte bizim hikaye böyle başladı.

Sonrası Torino'da daha önce bahsettiğim gibi kış geç bitti, martta çok soğuk günler oldu. Dona dona yürüdüğümüz yollar, akşamın sessizliğinde kar altında Po'nun üzerinden geçtiğimiz, zaman durmuş gibi hissettiren ama bir yandan da nehrin şırıltısını duyduğumuz güzel Umberto I köprüsü, Texas Bar akşamları, taşlar üzerinde sekerken popom acıya acıya beni bisikletin arkasında Porta Palatina'dan geçirip eve bırakması. Bahar geldiğinde daha da güzel oldu şehir, ışımaya başladı, tüm yeşiller ortaya çıktı. Valentino'da oturmaya, çimlere yayılmaya doyamamak, La Romana'da ve şehrin diğer yanlarındaki tüm artisan dondurmacılarında yediğimiz gelatolar, bana göre şehrin en güzel meydanı olan Piazza San Carlo'daki espressolar, Borgo'da kendimizi ortaçağda hissetmek, haftasonları pikniğe gittiğimiz Venaria Reale ve Stupinigi... tüm bunlar, zaman yavaş geçsin diye dilediğim dönemin kahramanları.

bottom of page